TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
Uygulamalarımız appstore googleplay
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文

Bölüm:2 - Sürdürülebilirlik, Doğa, Ekonomi ve Toplumun Renkli Rönesansı

Yazının Giriş Tarihi: 04.04.2024 13:17
Yazının Güncellenme Tarihi: 04.04.2024 13:17

Gelin, geçen yazımızda bahsettiğimiz yolculuğu biraz daha açalım ve tarih boyunca nasıl bir yolculuk yaptığımızı ve bu macerayı daha yakından inceleyelim. İnsanlık, daima doğayla uyum içinde yaşama arayışında olmuştur. Antik medeniyetler, doğal kaynakları dengeli bir şekilde kullanarak, çevresel dengeyi korumaya önem vermişlerdir. Misal olarak, Mısır'daki Nil Nehri'nin düzenli taşması, antik Mısırlılar için adeta bir mucize! Bu taşkınlar, çevredeki toprakları bolca sulayarak verimli hale getiriyor ve Mısır'ı bereketli bir cennete dönüştürüyordu. Mısırlılar da bu bereketli topraklardan en iyi şekilde faydalanmak için harekete geçtiler. Akıllıca davranıp, su yönetimi için kanallar inşa ettiler ve bu sayede suyu çiftliklere taşıyıp tarım yapmayı kolaylaştırdılar. Böylece, bol miktarda pirinç, sebze ve diğer ürünler yetiştirerek sürdürülebilir bir tarım sistemi oluşturdular.

İnkalar da durumdan geri kalmadı! Peru'nun dağlık arazilerinde, doğal terasları kullanarak verimli tarım yapmayı başardılar. İşte bu teras tarımı, dağları tarıma açarak toplumlarının ihtiyaçlarını karşılarken doğayla da uyum içinde yaşamalarını sağladı. Aynı şekilde, Hollandalılar da sular altında kalmaktan bıktı ve su yönetimi konusunda inanılmaz bir yetenek geliştirdiler. Kanallar kazdılar, bentler inşa ettiler ve suları kontrol altına aldılar. Bu sayede, ülkelerinin büyük bir kısmı deniz seviyesinin altında kalmadan tarım yapabilme imkanına kavuştular. Suyun gücünü kullanarak sürdürülebilir bir tarım modeli oluşturdular ve tabii ki, dünyanın en lezzetli peynirlerini üretmeyi de ihmal etmediler!

Bu örnekler, sürdürülebilirliğin sadece modern bir kavram olmadığını gösteriyor. Doğal kaynakları akıllıca kullanarak çevreyi koruma ve gelecek nesillere temiz ve verimli bir dünya bırakma fikri, aslında binlerce yıl öncesine dayanıyor.

Kim demiş tarih dersleri sıkıcı diye! Çünkü biraz daha tarihe gireceğiz… Hadi bir zaman makinesine binip sanayi devrimi zamanlarına gidelim.

Sanayi devrimiyle birlikte; 18. ve 19. yüzyıllarda endüstrileşme başladı. Fabrikaların yüksek bacalarından yükselen dumanlar, gökyüzünü kara bulutlarla kaplayarak güneşin ışıklarını engelliyordu. Trenlerin demir tekerlekleri, raylar üzerinde ilerlerken çıkardığı metalik gıcırtılarla, adeta bir ezgiye dönüşüyordu. İnsanlık, sanayi devriminin çığır açan adımlarıyla, modern dünyaya doğru heyecanla ilerliyordu. Endüstrinin çekirdekleri olan şehirler, ışıkla dans eden gökdelenlerle dolup taşarak, teknolojinin sihirli dünyasına kapı aralıyordu. Ancak, bu gelişmelerin bir bedeli vardı: çevresel tahribat, ekonomik dengesizlikler ve doğal kaynakların tükenmesi gibi sorunlar giderek artıyordu.

Dünya sessiz sedasız ilerlerken, kimsenin umurunda bile olmayan bir konu hakkında yüzyılın ortalarında, dünyanın dört bir yanında, endişeli sesler yükselmeye başladı:” sürdürülebilirlik”.

1970'lerin başında, Birleşmiş Milletler çevresel sorunlarla ilgili uluslararası bir platform oluşturmak amacıyla Stockholm'de dünya çapında bir konferans düzenledi. Bu konferans, uluslararası iş birliğinin gerekliliğini vurguladı ve çevresel sorunlara karşı farkındalığı artırdı. İsveç’teki 114 ülke delegasyonu fısıldaşarak “Sürdürülebilirlik” konuşmaya başladı. İşte bu fısıldaşmalar “Çevresel Eylem Çerçeve” planına döndü. İlk kez bir toplantıda ekonomi ve doğanın birbiriyle çarpışmasından kaynaklanan çevresel kirlilikten bahsedildi.

1972 yılının yaz aylarında, bir kitap piyasaya sürüldü ve dünyayı sarsacak bir etki yarattı. Adı "Büyümenin Sınırları" idi ve içeriği, adeta bir fırtına gibi doğaya zarar veren ekonomik büyümenin anlatıldığı bir manifestoydu. Bu kitapta; ilk kez, bir bilgisayar modeli kullanılarak, ekonomik büyümeye devam edersek, sabit geometrik büyüme yüzünden birkaç onyıl sonra doğada çok ağır bir yüke sahip olacağımız yazıyordu.

Bu kitap, dünyanın kaynaklarının sınırlı olduğunu ve sonsuz bir ekonomik büyümenin mümkün olmadığını iddia ediyordu. Bilgisayar modelleri kullanılarak yapılan detaylı analizler, insanlığın doğal kaynakları tüketme hızının, gezegenin taşıma kapasitesinin ötesine geçtiğini açıkça gösteriyordu.

Ve işte, 15 yıl sonra, bu uyarının sesleri hala tüm dünyada yankılanırken, Norveç Başbakanı Dr. Gro Harlem Brundtland sahneye çıktı.

Bu olağanüstü kadın liderliğinde, “Brundtland Komisyonu” kuruldu ve sürdürülebilirlik kavramını daha ileri taşımak için çabaladı. Bu komisyon, sadece çevreyle ilgili değil, aynı zamanda insanlığın sosyal ve ekonomik refahını da içeren bir dönüm noktasıydı.1980'lerin sonlarına doğru ve 1990'ların başlarında, sürdürülebilirlik kavramı daha da netleşmeye başladı. Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu'nun "Our Common Future" (Bizim Ortak Geleceğimiz) raporu, sürdürülebilir kalkınma kavramını ortaya attı ve çevresel, ekonomik ve sosyal boyutların birleştirilmesi gerektiğini vurguladı. Bu, sadece bir rapor değil, bir çağrıydı. Bir çağrı! İnsanlığın dünya üzerinde daha iyi bir gelecek inşa etmek için, bir araya gelmesi gerektiğine dair bir çağrı...

Ve elbette, hatırladığımız o ünlü Rio de Janeiro'daki Dünya Zirvesi! Rio dünya zirvesinde, sürdürülebilirlik küresel kavram olarak kabul edildi ve 3 çok taraflı anlaşmalar imzalandı. 20 yıl sonra (Rio+20 zirvesi) BM ülkeleri yeniden bir araya geldi. Ama bir dakika, hepimiz bu sözleşmeleri imzaladık ama kimse uygulamıyor gibi! Bu kafalarda yeni bir soru oluşturdu?

“İnsanların aciliyeti anlaması için bu konuları nasıl ön plana çıkarabiliriz??”

O dönemde, dünya, binyıl kalkınma hedefleriyle meşguldü. İnsanlar, hedefleri belirlemenin ve onlara ulaşmanın gücünü keşfetmişlerdi. Ancak, birinin akıllına bir fikir düştü. "Neden sadece kalkınma için değil, aynı zamanda sürdürülebilirlik için de hedefler belirlemiyoruz?" dediler.

2015 yılı geldiğinde, dünyanın dört bir yanındaki, 193 ülke temsilcisi bir araya geldi. Bu toplantı, dünyanın kalkınma yolunda nasıl ilerleyeceğine dair bir anlaşma yapılması için bir fırsattı. Ve ne oldu biliyor musunuz? Hepsi, sürdürülebilir kalkınma amaçlarını kabul etti. 2015 ile 2030 arasındaki bu ortak yolculukta, dünya daha yeşil, daha adil ve daha sürdürülebilir bir geleceğe doğru ilerlemeye kararlıydı.

Gökyüzüne baktığınızda, her gün yeni bir hikaye doğuyor gibi hissedersiniz değil mi? İşte bugün, bu hikayelerden biri, sürdürülebilirlik adı altında, dünyanın dönüşümünü anlatıyor.

İşte bu günlerde, sürdürülebilirlik konusu giderek daha fazla önem kazanıyor. İklim değişikliği, doğal kaynakların tükenmesi, biyoçeşitlilik kaybı gibi karanlık bulutlar gökyüzümüzü kaplıyor. Ancak, bu karanlık bulutlar altında, sürdürülebilirlik ilkeleri adeta bir gök kuşağı gibi parlıyor. Şirketler, hükümetler, sivil toplum örgütleri ve bireyler, çevreye duyarlı uygulamaları desteklemek için bir araya geliyor. Hepsi, sürdürülebilir bir gelecek için çaba gösteriyorlar.

Bu, sadece bugünün bir hikayesi değil, geçmişten bugüne uzanan bir yolculuğun özeti. Sürdürülebilirlik, yıllar boyunca biriktirdiğimiz deneyimlerin, derslerin ve kararlılığın bir ürünü... Ve bu yolculuk, gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakma konusunda bize rehberlik etmekte. Her adım, bu renkli ve heyecan dolu sürdürülebilirlik macerasında, daha yeşil bir geleceğe doğru atılmış bir adım olacak. Haydi, bu yolculukta birlikte yürüyelim, çünkü bu hikâye, hepimizin hikayesi. Sonraki bölümde görüşmek üzere…

Tüm sorularını cevaplamam ve bu yolculukta size eşlik etmem için yoldasbusra@yahoo.com.tr

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.